Paris Sefiri Suat Davas Bey'in büyük kızı anlatmıştı. Bursa'nın dağ köylerinden birine gittiklerinde, yaşlı bir kadının evine de uğramışlar. Bu mütevazı evin duvarında, san'at değeri küçümsenmeyecek bir kış manzarası çizili imiş. Misafirlerin hayretli bakışlarını tebessümle seyreden köylü kadın, şehirli misafirlerini uzun zaman merakta koymamış, yaz gelince, evini badana ettiğini ve duvara da, tipili karlı bir kış manzarası yaptığını, kış gelince de, badanaları tazeleyip, bu sefer de yeşillikli çiçekli ekinli harmanlı bir yaz resmi çizdiğini söylemiş. Bir gün de Avukat Abdülhak Kemal Yörük Bey'in Göztepe'deki köşkünde çok tatlı ve göz okşayıcı bir yağlı boya bahar tablosu görmüştüm. Kemal Bey'in zevcesi Hayriye Yörük Hamım, bunu, hiç resim dersi görmemiş, hocası olmamış kayınvaldesinin yapmış olduğunu söylemişti. Köyde, şehirde buram buram tüten ve fırsat kollayıp baş kaldırarak, işleme olan, oya olan, çizgi, yazı, nakış, süs, ziynet, oyma, döğme, daha daha neler ve neler olan o asil san'at heyecanımıza ne oldu ki, derine kaçan sular gibi, görünmezlere karışıp gitti? Elden ele, ustadan çırağa geçen o şifahi mirası kimler kaptı ve nerelere götürdü? Amma, bizi kimler bu hale getirdi diyerek vakit kaybetmemiz yeter artık... Kimler getirdi ise getirdi işte. Belki de kendi kendimize kıymışızdır. Zira insanoğlunun kendi kendine ettiğini, ona hiç bir düşman edemez. Şu halde bir çıkar yol, bir çare aramak gerek. Mademki ortada her parçası bir tarafa dağılmış bir kadim medeniyet cesedi yatıyor. Onu mumyalayacak yerde, bıraktığı dölü kurtaralım. Evet bu dünyaya parmak ısırtan medeniyeti biz yaralayıp bereledik ve nihayet öldürdük. Islahat dedik, inkılap dedik ve bu hesapsız ters adımlar adına, bin yılımızın kafasını kopardık. Ölüler dirilmez. Ancak zürriyetlerinde yaşarlar. İşte hiç değilse, onun canına kıymayalım, onu besleyip geçmişin bereket ve mirası ile nafakalandırarak, yaşatmak yollarını arayalım. Bu günün Türk çocuğu hemen hemen geçmişinden habersiz…